4 Eylül 2018 Salı

Sinemada Sosyoloji: The Turin Horse




 “Tanrı insanı kendi suretinde yarattı, onu Tanrı’nın suretinde yarattı. Onları erkek ve dişi olarak yarattı.  Onları kutsayarak, “Verimli olun, çoğalın” dedi, “Yeryüzünü doldurun ve denetiminize alın; denizdeki balıklara, gökteki kuşlara, yeryüzünde yaşayan bütün canlılara egemen olun.  İşte yeryüzünde tohum veren her otu, tohumu meyvesinde bulunan her meyve ağacını size veriyorum. Bunlar size yiyecek olacak.  Yabanıl hayvanlara, gökteki kuşlara, sürüngenlere –soluk alıp veren bütün hayvanlara– yiyecek olarak yeşil otları veriyorum.” Ve öyle oldu.  Tanrı yarattıklarına baktı ve her şeyin çok iyi olduğunu gördü. Akşam oldu, sabah oldu ve altıncı gün oluştu”[1]
İncil’de dünyanın  yaratılışı altı günde tasvir edilir, Bela Tarr ise tüm bu anlatıyı tersine çeviriyor ve altı günde dünyanın sonunu izletiyor bize. Aslında tam da bu buyruklara uymaktan, insan olmaktan gelen savaş-egemen ol-tüket anlayışı sebebiyle gelen bir dünyanın sonu. Filmin başında baba ve kızın atı vardı, su veren kuyuları vardı, ateşi vardı, patatesi vardı fakat hepsi yavaş yavaş tükenmeye başladı. Yaşamak bu aile için bir zorunluluktu ve tıpkı İncil’de buyurulduğu gibi kız ata, baba da kızına buyurdu “Ye! Yemek zorundayız. Yaşamak için.”
 Film boyunca üstümüzden gitmeyen ağırlık, kasvet, kulaklarımızdan gitmeyen fırtınanın sesi “Var olmanın Dayanılmaz Hafifliği”ni yaşatıyor bize. Var olmanın ne denli önemsiz olduğunu, insanlığın ya da hayvanlığın hiçliğini ve birliğini hissettiriyor. Nietzsche’nin hayatından bir kesite atıfta bulunarak başlıyor film ve onun felsefesine en yakın biçimde ilerliyor.
Bela Tarr bütün filmlerinde olduğu gibi The Turin Horse’da da güzeli gösterme kaygısı gütmeden sadece ne oluyorsa onu gösteriyor. Nietzsche’nin hakikat arayışı da buna benzer, benlikten yola çıkarak hakikate, bütüne ulaşmak ister. Filmin ana kahramanlarından yola çıkarak hakikate ulaşmaya çalışıyoruz biz de. Fakat karakter olarak yalnızca insanları saymak yetersiz olur bu durumda, 6 gün boyunca kendini orada var eden fırtına ve tabii ki at. Nietzsche’nin neden ata sarılıp ağladığını hiçbir zaman gerçek anlamda bilemeyecek olsak da kendimizi atın yerine koymayı deniyoruz. İnsan merkezli kurduğumuz yaşamlarımızdan, felsefemizden biraz olsun uzaklaşıp insan-oluş ve hayvan-oluş arasındaki farkı yok ediyoruz.  Atın yalnızca insanı simgelediğini düşünmek bu anlamda çok insan merkezli kalacaktır. Oysa aralarındaki ilişkiler ağında at yalnızca kendi olarak, oluş olarak vardır. At koşar, durur, yorulur, ağlar, ölür ve bütün bunlar insanı anlatmak için değil, yaşamı, hakikati anlamak içindir. Fırtınayı karakterlere dahil edebiliyoruz çünkü cisimsel olanla olmayan arasındaki fark da ortadan kalkıyor ve var oluş bir bütün haline geliyor.Bela Tarr zihin-beden, doğru-yanlış, insan-hayvan gibi bütün ikiliklerden vazgeçerek anlatıyor bunları bize. Peki nasıl yapıyor bunu? Varlıkların ancak ilişkiler içinde var olabildiğini göstererek. Örneğin kuyu arabacı için çok önemli bir öğeyken ve onu korumaya çalışırken ertesi gün kuyuda suyun bittiğini fark ediyor ve birden mekanla ilişkisi bitiyor, kuyunun varlığının bir önemi kalmıyor. Öyleyse at için de insanın yalnızca onunla ilişki kurduğu sürece varlık kazandığını söylemek belki mümkün olabilir.
Filmde Bela Tarr’ın kurak bir arazi üzerine kurduğu yaşam yalnızca zorunlulukları ve zorunlu olarak ihtiyaç duyulan ilişkileri kapsar. Artık bu zorunluluklarla baş etmek güç hale geldiğinde ise baba buradan ayrılmak ve gitmek ister fakat bir sonraki sahnede onları yine eve dönerken buluruz. Var oluşlarının zorunluluğundan, fırtınalarından kaçamamışlardır.yaşam sürekli aşılmak zorunda ve buna dünyanın sonu dahil. Dünyanın sonu birçok biçimde vardır, ateşin aileyi terk etmesi, kuyunun su vermemesi, ateşin onları terk etmesi… Bunların hepsi bir biçimde dünyanın sonuyken gelecek olan bir dünyanın sonundan da haliyle bahsedemeyiz. Filmde Bernhard karakterinin monoloğuyla da anlayabiliyoruz bunu, yaşam daha güzel daha, iyi, daha kolay hale gelmeyecek. İnsanın ne kadar yapabileceği şeyler olsa da belli zorunluluklar karşısında çaresizdir, bunlara uymak zorundadır. Bu haliyle dünyanın sonunu aşmak bir ileriye gidiş değil de yalnızca var oluş olarak mümkün olabilmektedir. Çünkü yaşam böyledir, süren bir mücadele ve sürekli olarak aşılması gereken zorluklar ile var eder kendini. Ve karanlık çöktüğünde insan için, at için, ev için hatta patates ve fırtına için de aynı biçimde kararır evren.




[1] İncil, Yaratılış1

Sinemada Sosyoloji: Steve McQueen- “Hunger”



“Her şeye maruz kalmak
Her şeyi yapabilecek olmak demektir.”[1]

İktidar Tahakkümü Altında Özgürlük İstencinin Mümkünlüğü

Kuzey İrlanda’da 1969 sonrası IRA’nın yeniden kurulmasının amacı Bileşik İrlanda için savaşmaktı. Bu amaç uğrunda binlerce insan sokaklarda öldü, evler yakıldı, hapishanelerde “terör” suçundan tutuklu mahkumlar tarafından çeşitli eylemler yapıldı. Hunger filmi Kuzey İrlanda’nın bağımsızlık hareketini yalnızca hapishaneden ve birkaç aktör üzerinden işliyor. Asıl olarak 1981’de bağımsız milletvekili Boby Sand’in başlattığı açlık görevi akıllarda kalsa da bununla birlikte dönemin hapishane şartları ve politik suçlu olduklarına hüküm verilmiş kişilerin isteklerini anlamak açısından oldukça faydalı bir yapım. Burada baskıyı, direnişi, zor koşullara rağmen boyun eğmemeyi, özgürlüğün pek çok insan için farklı anlamlara gelebileceğini, cesareti, ölümün her zaman bir yenilgi demek olmadığını ve daha pek çok kavramı bir arada görüyoruz.
Hannah Arendt Devrim Üzerine adlı çalışmasında savaşların meşrulaştırılmasından bahsederken Yunan polis’inde siyasetin şiddete değil iknaya dayalı olduğunu söyler.[2] Örneğin der, ölüme mahkum edilenler baldıran zehri içerek ölmeye ikna edilirler, böylece Atin yurttaşı fiziksel şiddete uğrayarak aşağılanmaktan kurtulur. Baldıran zehri içmenin de bir tür fziksel şiddet olduğunu ve ölüme mahkum edilmenin zaten aşağılanmayı beraberinde getirdiğini (bedenine ve yaşamına başkasının tahakküm kurması ve yaşamaya hakkın olmadığına karar verebilmesi demektir çünkü) düşünürsek burada fiziksel şiddetten kurtulan kimdir? Şiddeti uygulayanlar. İkna yöntemi sayesinde şiddeti uygulayan kişiler üzerlerine aldıkları sorumluluktan kurtuluyorlar. Bu bilgiyle filmi birleştirmeye ve dönemin siyasetini anlamaya çalışalım.Filmin ilk sahnelerinde elini yıkarken acı çeken bir gardiyan görüyoruz. Ellerinin şiddet uygularken yaralandığını filmin ileriki sahnelerinde görebiliyoruz. Suya dokunduğu anda canı yanıyor, bu acı yalnızca fiziksel değil bir acı mıdır yoksa gardiyanın yüzünün aldığı şekilden yaptığı işe olan kızgınlığını, memnuniyetsizliğini, ona verdiği içsel sıkıntıyı da anlayabilir miyiz?
Modern dönem siyasi rejimlerini anlamak Antik Yunan’ı anlamaktan çok daha karmaşık. Foucault bunu yapmanın bir yolu olarak iktidarın aygıtlarını anlamaya çalışmak gerektiğini söyler. Hapishaneyi ve onun işleyiş mekanizmasını anlamak bu açıdan önemlidir. Gardiyanlar mahkumlara şiddet uyguluyorlar fakat bunun suçlusu olarak kendilerini değil yine mahkumları görüyorlar. Bu yalnızca gardiyanlara ya da hapishanelere has bir üslup olmaktan çok baskının asıl kaynağı olan iktidar mekanizmasının bir parçasıdır Foucault’cu bir yorum yapacak olursak. İktidar’ın Gözü’nde bahsettiği çocuğun cinselliğine müdahale için kaynağında o olmadığı halde baskı aracı olarak aileyi araya sokan iktidar[3], filmdeki örnekte de “normalleştirme” uygulamaları için hapishaneyi araya sokuyor. Böylece şiddet sorumluluğunu kendi üzerinden atarak bira aygıtı olan hapishanelere vermiş oluyor.
Peki nasıl oluyor da mahkum olan kendisine uygulanan şiddetten de sorumlu hale geliyor? Bunu bireyin özgürlüğüyle birlikte ele almak mümkün müdür? İnsanın kendi yaşamı üzerinde karar veren mercii olması tabii ki özgürlük kapsamındadır fakat baskı altındaki bedenlerin kendi kararlarını vermekte özgür olduklarını düşünmek de çok doğru olmayacaktır. Örneğin pasif direniş durumunda bireyler bir takım eylemleri yapmayı reddettiğinde bile iktidar zor kullanarak bireyin eylemlerini “normalleştirmeye” çalışacaktır. Film üzerinden düşünürsek politik suçlu olarak hüküm giyenler zaten toplum düzenini bozmaya yönelik hareketleri nedeniyle iktidar tarafından normalleştirilmek için bir total kuruma hapsediliyorlar ve pasif direnişe geçip yıkanmayı reddettiklerinde de gardiyanlar tarafından zorla banyolara götürülüp yıkanmaya, tıraş edilmeye çalışılıyorlar. Yalnızca kişinin bedeniyle ilgili olan bir konu bir anda politik bir meseleye dönüşüyor. Oysa toplum içinde yaşayan bir bireyin yıkanıp yıkanmaması nadir durumlar hariç kendi iradesine bırakılmış bir mevzuudur. Yıkanmaması durumunda başına gelebilecek en kötü şey kendisine pis gözüyle bakılması ve toplum tarafından hoş görülmemesi olabilecekken hapishanede bunu yaptığında politik bir suç işlemiş ve direnişe geçmiş oluyor. İktidar mekanizmasına bedenini kullanarak karşılık veriyor birey çünkü biliyor ki iktidar onun bedeninin dışında değil. Bu nedenle iktidarı dışarıda bırakarak kendi özgürlüğüne kavuşmak istiyor.
Filmde sürekli olarak bir çıplaklık vurgusuyla da karşı karşıya kalıyoruz. Fakat mahkumlar tek tip olarak giyinmektense çıplak kalmayı tercih ediyor ve eylemlerini bu şekilde ortaya koyuyorlar. Modern toplumda çıplaklığın utanç sebebi olduğunu düşünürsek burada utancı aşan bir konu da söz konusu. Agamben, “Utanç, özneleşme ile öznelliğin yok edilişinin, benliğin yitirilmesi ile benliğe sahip oluşun, tebaalık ile egemenliğin bu mutlak birlikteliğinde üretilen şeydir” [4] der. Öyleyse hapishanede öyle bir nokta vardır ki tüm bu birliktelikler yıkılır ve insan birey olma durumundan uzaklaşır ya da tamamen birey olduğunun ayırtına vararak iktidar tahakkümüne karşı gelmeyi başarır. Çünkü iktidar tahakkümü kendini özneleştirme de ve nesnelleştirmede var eder.
iktidarın bireyleri nesnelleştirme çabaları için Foucault,
“Bunlar bireyin konumunu sorgulayan mücadelelerdir: Bir yandan, farklı olma hakkına sahip çıkar ve bireyleri hakikaten birey yapan her şeyi vurgularken, öbür yandan bireyi parçalayan, başkalarıyla bağlarını koparan, cemaat yaşamını bölen, bireyi kendi üzerine kapanmaya zorlayan ve kısıtlayıcı bir biçimde kendi kimliğine bağlayan her şeye saldırırlar. Bu mücadeleler tamamen “birey”den yana ya da “birey”e karşı olmayıp; daha çok, “bireyselleşmenin yönetilmesi”ne karşı yürütülen mücadelelerdir” [5]diyor.
Foucault’un bu düşüncesini filme uyarlarsak, iktidar bireylerin çeşitli hak ve isteklerine sahip çıkıyor, onların çıkarlarını düşünüyor gibi davranıyor fakat öte yandan kendi istediği düzenin bozulması durumunda kişiyi “anormal” olarak damgalayarak total kurumlara normalleştirmek için gönderiyor. Tıpkı Bobby Sand’in milletvekili olarak birçok şeyi isteme hakkı olmasına rağmen bu istekler iktidarın düzenini sarsacak boyuta geldiğinde toplumun dışına sürülmesi gibi. Hapishanelerde iktidar kendini gizlemiyor aksine disipline edici bir mekan olarak varlığını vurguluyor. Cezalandırmanın amacı kefaret ödetmek değil, ıslah etmek “normalleştirmek”, disipline emek. Bobby Sand ve peder arasında geçen uzun diyalogda peder Sand’e “devlet hala seni delirtemedi mi? Diye soruyor. Bu soru basit bir alay etme gibi görünse de tam da Foucault’un total kurumları sorgulama amacına denk düşüyor aslına bakılırsa. Çünkü direnen insanların “basit ama kuvvetli inançları”[6] var ve bu inançlar iktidarınkilerle denk düşmediğinde iktidar direnen bireyleri toplumda istemiyor. Yani “normalleştiremediğini” yok etmek istiyor. Buna karşılık, bireyler kullanabilecekleri tek silah olan bedenlerini iktidara doğrultuyorlar.
Filmde üzerinde durulan bir nokta da politik eylemler sonucunda ölen kişilerin ölümlerinin intihar mı yoksa cinayet mi sayılacağı konusudur.Bobby Sand’in önderliğini yaptığı eylem gibi devrimci eylemler uzun vadeli mücadelelere ve hedeflere sahipler. Ölümü yalnızca göze almakla kalmayıp onu kabulleniyorlar. Kendi ölümlerinden sorumlu olduklarını da bu nedenle kabul etmiyorlar, bunu bir cinayet olarak adlandırıyorlar. Çünkü onlara istedikleri ve inandıkları haklar verilmedi, var olan hakları geri alındı, yurttaşlık haklarından mahrum bırakıldılar ya da özgür bireylerin elde etikleri haklara sahip olamadılar. İktidar onların özgür olduğunu ve kendi “şiddetlerini kendilerine doğrulttuklarını”[7]inatla vurgularken onlar kendi ölümlerinin politik bir cinayet olduğunu göstermek istiyorlar. Terörist olarak sayıldıklarından dolayı zaten toplumdan dışlanmışlıklarını ve çok kötü şartlarda yaşamaya mahkum edilmişliklerini kabullenmeyip hak ve özgürlüklerini istedikleri için aslında ölüme mahkum edildiklerini, özgürlükleri olmadan nefes alıp vermektense ölmeyi tercih edeceklerini apaçık vurgulamak istiyorlar. Amaçlarına ulaşmak için ölümü dahi göze aldıklarını korkusuzca gösteriyorlar.
Filmin sonunda Bobby Sand’in direnişinden vazgeçmediğini ve öldüğünü görüyoruz. En son sahnede ise onun ardından da ölen eylemciler olduğunu fakat sonunda bir barış anlaşması imzalandığını öğreniyoruz. Sonuçta kazanılmış bir şey var gibi görünse de bunu iktidara karşı bireyin bir zaferi olarak kabul etmek aslında mümkün değildir. Çünkü ne yapılan eylemler ne de anlaşmalar iktidar istencinin dışında gerçekleşmemiştir. Kazanılan bir takım haklar olsa bile bunlar ancak iktidarın şartlarında mümkün olmuştur ve ne iktidarın ne onun aygıtlarının ne de mekanizmasının işleyişinin değiştirilmesini ya da yıkılmasını sağlamamıştır. Oysa Foucault toplumdaki değişimlerin ancak iktidar aygıtlarının dönüştürülmesiyle mümkün olacağını söylemiştir, ona göre yapılan ufak reformlar toplumu ileriye taşımak adına yeterli değildir.[8]




[1] Agamben, Tanık ve Arşiv,Dipnot Yayınları, Ankara, 1999, İthaf kısmı
[2] Arendt, Devrim Üzerine, İletişim Yayınları, İstanbul, 2012, s:12-13
[3] Foucault, İktidarın Gözü,Ayrıntı Yayınları,İstanbul, 2012, s:55
[4] Agamben,Tanık ve Arşiv,Dipnot Yayınları, Ankara,1999, s:108
[5] Foucault, Özne ve İktidar, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2014, s:62
[6]Filmin 45. Dakikasından itibaren başlayan diyalogda Sand’in konuşmasında geçen bir cümleye gönderme yapılmıştır.
[7] Margarat Thatcher’ın hapishanedeki eylemler üzerine yaptığı konuşmaların filmde duyulan kısmından
[8] Foucault, İktidarın Gözü,Ayrıntı Yayınları,İstanbul, 2012, s:52

Uygarlık ve Batı Üzerine




 Uygarlık kavramının tarihsel süreci ve bununla birlikte kökleri, çağrıştırdığı anlamlar, ilişkiye girdiği diğer kavramlar incelenecek olursa Willims’ın Civilization adlı metninde belirttiği gibi (s:70) karşımıza ilk olarak “civilize” <uygarlaş(tır)mak> sözcüğü çıkar.  Williams kelimenin doğuşundan bahsederken Fransızcadan önce Latince yurttaş anlamına gelen civis kelimesinin daha sonrasında türeyerek terbiyeli, eğitimli gibi anlamlara geldiğinden söz eder. 16.yy’da kullanılan bu anlam daha sonra batı dünyasında uygarlık denildiğinde akla gelen kavramlardan biri olarak kalmayı başarmıştır. Metinde düzenli toplumun tanımlanması yapılırken civilias’tan –topluluk-  gelen civility –kibarlık- kavramlarının kullanıldığından ve civility kavramının 17. Ve 18. yy’lardaki kullanımının bugünkü civilization bağlamına denk düştüğü anlatılıyor.
 Batı toplumunda civilite kavramının dikkat çektiği zamanlara bakılacak olunursa bu zamanın batının büyük bir değişim sürecine tekabül ettiği söylenebilir. Katolik kilisesinin dağıldığı, şövalyeliğin çöktüğü dönemde bu kavram batı toplumu için bir anlam kazanmaya başlamıştır. Bu bilgilerin dayanağı olarak yararlanılan Elias’ın “Civilite Kavramının Tarihsel Süreci” eserinde civilite kavramının öncesindeki feodal toplum kadar önemli yeni bir toplum biçiminin oluşumunu ifade ettiği ve Ortaçağ’da kilise adına yürüttüğü sömürge politikasını artık bu kavram üzerinden yürütmeye devam ettiği fikrinin üzerinde durulmuştur.  Bu fikir bir bakıma uygarlık anlayışının kilisenin yerini aldığı görüşündedir. Batı toplumunun sömürgecilik ve yayılma siyasetini uygarlık ve uygarlaştırma, medenileştirme kılıfında nasıl sürdürdüğüne geçmeden önce kavramın geldiği anlamlara ve birlikte kullanıldığı diğer kavramlara biraz daha yakından bakmak gerekir zira batının öz bilinci olarak uygarlık fikrini ve sömürgelerin neden “uygarlaştırılması” gerektiği sorusu üzerinde dururken bu kavramları bilmek ve bunları düşünerek incelemek faydalı olacaktır.
 Elias metnin 134. Sayfasında civilite kavramının özgün karakterini ve işlevini kazanmasından bahsederken toplum tarafından kabul edilen anlamını Rotterdamlı Erasmus’sa borçlu olduğunu söyler. Erasmus’un 1530 yılında yayımlanan “Çocukta Geleneklerin Nazikleşmesi Üzerine” adlı yazısı Elias’a göre -çok dikkat çekmesi göz önünde bulundurulursa- konuşulması gereken bir konuyu ele almıştır ve kazandırdığı yeni anlamı civilisation sözcüğüyle o günkü toplumun ihtiyaçlarına cevap veren bir kavram yaratmıştır.Bu değişen ve  yenilenen kavramlar  toplumda da bir şeylerin değiştiğine işaretti. Elias, Erasmus’un metnini incelerken tam olarak bu noktanın üzerinde durur, yenilenen kavramlar bu metinlerle birlikte toplumu, bireyleri değiştirmeye yöneliktir.(s:136) Bu nedenle ki Erasmus’un bahsettiği bütün davranış biçimleri insanın içten gelse bile hoş olmayan davranışlarını sınırlandırması, yön vermesi, iradesine sahip çıkması üzerinedir. Bu metinde bakışlardan jestlere, doğal ihtiyaçlardan giysilere kadar birçok şeyin nasıl olması/oldurulması gerektiği üzerinde durularak “nazikleştirilme” aşamalarında yol gösterilir.
“İyi yetiştirilmiş bir insan, doğanın utanma duygusuyla yarattığı organlarını gereksiz yere açmaktan kaçınmalıdır.” (s:140 Elias, Uygarlık Süreci) cümlesi Erasmus’tan alıntılarak aslında bir noktada uygarın neden uygar barbarın neden barbar olduğu konusuna değinilmiştir. Avrupa’nın sömürgeleştirdiği halklara özellikle yerlilere bakarsak çıplaklığa son derece yakın bir giyinme şekilleri olduğunu görürüz ve hatta bu duruma Barbara Ehrenreich’in  “Davullara Karşı Silahlar” adlı eserinde en az 10 milyon Afrikalının zorla Amerika’ya nakledildiğine ve bu “yeni” dünyaya geldiklerinde hemen hemen çıplak olduklarına değindiği görülebilir.(s:209) Metinler birbirleriyle bağlantı kurarak okunduğunda ve uygarlık kavramının tarihsel süreciyle birlikte düşünüldüğünde Batı toplumunun kendini nasıl bir uygarlık aşamasında gördüğü ve uygarlığın bu toplumda ne anlama geldiği daha rahat anlaşılabiliyor. . Öyleyse uygarlık kavramının çağrıştırdığı anlamlar incelenirken aynı zamanda Batı’da tarihsel olarak değişen davranış biçimlerine ulaşılabileceği sonucuna da varılabilir. Yani bahsedilen, bir “uygarlık süreci”yle birlikte biçimlenen davranışlardır. Bu süreç içinde bizden geride olan kişi ya da toplumlara karşı duyduğumuz huzursuzluğu “uygarlaşmamış” ya da bizim utanma sınırımıza erişememiş kişiler, toplumlar olarak nitelendiriyoruz.  “Farklı toplum biçimlerini ifade eden kavramların gelişimini incelemek ve –uygarlık- kavramından geriye doğru gidilerek –civilite-kavramına ulaşmak suretiyle, birdenbire uygarlık sürecinin izlerine, Batı’da yaşanan gerçek davranış biçimlerine ulaşılabilir.” (s:141 Elias, Uygarlık Süreci)  Bahsedilen, bir doğruluk ya da yanlışlık gibi değil, gelişim sürecinde nerede yer alındığıdır, Batı toplumunun nasıl olup da kendini bu sürecin en ilersinde görüp “ötekilere” bir üstünlük duygusuyla bakabildiğidir.
 Sorun olarak ele alınacak şeyin ise Batı toplumunun bir utanma standartından  diğerine nasıl geçtiği ve kendi “uygarlık” anlayışını nasıl oluşturduğu yani “Batı’nın öz bilinci olarak uygarlık” sorunudur bu metinlere göre.  Sorunun çözümü ise geçmişe gidilerek, geçmişteki davranış biçimleri incelenerek ve metinlerin yazıldığı dönemdeki davranışlarla kıyaslanarak bulunmaya çalışılmıştır.
 Ortaçağ’da davranış biçimlerini inceleyen Elias o dönemde de yani Erasmus’tan çok daha önce,  Yunan-Roma antik döneminde, uygarlık sorunuyla  ilgilenen kişiler olduğundan söz eder. Görgü kurallarıyla ilgili din adamlarının yazdığı kitaplar,şövalye ve saraylar çevresinde yazılan kitaplar örnek olarak gösterilir. Bütün bu tarihsel “uygarlık sorunu” incelendiğinde insanların ihtiyaçlarına göre değişen, gelişen görgü kurallarıyla karşılaşılır. Yani Ortaçağ sanıldığı gibi uygarlık sürecinin başlangıcı olacak sabit bir nokta değil dönemin şartlarına göre standartlara  sahip yine dinamik bir süreçtir. Her dönemin kendisine göre tipik davranış biçimleri olduğundan ve öz bilincin bu tipik iyi davranış standardını ifade eden kavramla anlatıldığından söz edilir. Bu tipik iyi davranış biçimleri genelde saray çevresinden ya da şövalyelerden gelmektedir. Yine standartlar her dönemin özelliklerine göre değişip gelişmektedir. Öyleyse Batı toplumu kendini  bu gelişmelere ve yeniliklere, toplum standartlarına uyum sağlayabilmiş olan “uygar toplum”; tam tersi “tipik” olana uyum sağlayamamış ve hatta bu gelişmelerden bihaber olan halkları ise uygarlaştırılması gereken  “barbar” olanlar olarak görür.
 Asıl önemli olan nokta ise “uygar” Batı toplumunun üzerine bir görev olarak aldığı “barbar” toplumları nasıl uygarlaştıracağı noktasıdır. Yahut barbar olanlar uygarlaştırılmalı mı yoksa doğanın döngüsünde yok olmaya mı terk edilmelidir? Batı toplumunun uygarlık sürecindeki bu sorun karşısında tutumuna Barbara Ehrenreich “Davullara Karşı Silahlar” adlı metninde geniş ölçüde yer vermiştir. Avrupalıların 16. Yydan 19. Yy’a kadar diğer halkları sömürgeleştirerek, yok ederek, köleleştirerek yayılmacı bir politika izlerken diğer kültürlere, özellikle kendinden daha az gelişmiş olarak gördüğü kültürlere, hoşgörüsünün ne kadar az olduğunun anlaşılabilir, der metin kısaca. Bunun detaylarına girecek olursak Avrupa’nın sömürgecileri ve misyonerleri aracılığıyla “dünyaya ihraç etmeye çalıştığı hıristiyanlık” ve püriten ahlak anlayışı ile karşılaşırız. Buradaki sorun bir kültürün yok edilmesinden çok bir halkın yok edilmesi sorunudur aslında. Ehrenreich “Yerli geleneklerini sürdürebilecek bir halk artık mevcut değilken,  yüzyıllar önce Avrupalıların silahlarına ve hastalıklarına yenik düşmüşken, Tazmanyalıların ya da Karayiplilerin geleneklerinin ortadan kalkmasına hayıflanmak miyopluk olur.”  diyerek bu konunun üzerinde durur. (s:198)  Yani “uygarlaştırmaya” çalıştıkları halklar yok olduğu için misyonerlerin “uygarlaştırma” çabaları da çoğunlukla yarım kalıyordu, der. Kendilerinden altta gördükleri bu insanları ve onların kültürlerini önemsemeyen, başıboş, çocuksu gören Avrupalılar içlerinden gelen isteklere utanma duygusuyla engel olmayı uygarlık saydıkları için yerlilerin utanmadan uzak ve içlerinden geldiği haliyle dışa vurdukları danslarını, şenliklerini, ritüellerini de hoşgörüyle karşılamamış, yok edilmesi gereken barbar gelenekleri olarak görmüşlerdir. Metinde genel olarak yerlilerin danslarına, şenliklerine karşın Avrupalının silahları üzerinde durulsa da altında yatan anlam görünenden çok daha derindir. Bir kültürün sırf kendisini daha üstün gördüğü için diğerine efendilik etmeye ve hatta o “alt kültürü” yok etmeye kendinde hak görmesi anlatılır. “Avrupalılar genellikle yaşamlarına zorla burunlarını soktukları halkların ortak hazlarının ve ritüellerinin gözü dönmüşçesine karşısında yer alıyordu”. (s:200)
  Metinde bahsedilenlerden hareketle, Avrupalılar kendilerine benzetmeye çalıştıkları sömürgelerinin kendilerine benzemelerini bir o kadar da istemiyorlardı. Çünkü İncil’de yer alan özgürlük fikrinin kölelere işlemesi Avrupalıyı rahatsız ederdi hem bu sebepten hem de sömürgelerin kendi dinlerinden tam olarak kopmak istememeleri sebebiyle yeni melez ya da uzlaşmacı dinler ortaya çıktı. Bu dinler Afrika’ya özgü bazı geleneklerini ve ibadetlerini canlı tutmaya devam etmelerini sağladı. Beyazların çılgınca hatta “şeytana tapmak” olarak gördüğü bu ibadetlerin bir de korkulan tarafı vardı; karnavalların ayaklanmalar için bir mevzi oluşturulması. Yerlilerin kültürlerine ait geride kalan son kırıntılardan olan karnavallar da böylece dikkat çekip yok edilme ya da sekülerleşme oklarını üzerine çekmiş oldu. “Siyahların karnavalın birdenbire yasaklanmasına vereceği tepkiden korkan İngilizler, ona aşamalı biçimde saldırarak yasakları maddeler halinde yazdılar.” (s:215)
 Metnin devamında sömürgelere Avrupa ve Avrupa dışında gösterilen tutum farkından bahsedilir. Bu noktada önemli olan, Avrupa içindeki baskı ancak belli bir noktaya kadar ulaşırken uzaktaki sömürge teba üzerindeki baskının bir sınırı olmaması meselesidir. “Avrupa’da reform sonrası kültürel reformun amacı şenlikçileri değil şenlikleri yok etmekti.”  (s:205) Yani Avrupa’daki alt sınırın kaderi ölmek değil disipline edilmekti. Avrupa’da alt sınıf işçi muamelesi gören sömürge bağlamı Avrupa dışında uygarlığın ilerleyebilmesi için “ortadan kaybolması  gerekenler”di.  Bu noktada ise sömürge fatihlerinin ve misyonerlerin uyum içindeki çalışmalarından bahsedilir.
  Böylece bütün bu metinler toplamında Avrupa’nın kendi öz bilinci olarak uygarlık fikrini nasıl inşa ettiği, sömürgecinin yerli karşısındaki “uygarlık” anlayışı ve genel olarak uygarlık süreci işlenmiştir. “Batı toplumu, sonradan uygarlık adına girişeceği sömürgeleştirme ve yayılma savaşlarını Ortaçağ’da kilise adına gerçekleştirir.” (Elias,Uygarlık Süreci, s:133) cümlesi Batı’nın uygarlık tutumunu neredeyse özetler niteliktedir.

Kaynakça:
Cuche, Denys “Sosyal Bilimlerde Kültür Kavramı”, Bağlam Y., 2004
Özbek, Meral “Uygarlık,Kültür ve Romantik Hareket”, İletişim, GÜİLEF Y., no.7, 2000
Elias,Norbert,”Uygarlık Süreci”, İstanbul;İletişim Yayınları,2000
Burke, Peter, “Ötekiler İçin Kalıpyargılar”, Tarihin Görgü Tanıkları, İstanbul;Kitap Yayınevi,2003
Ehrenreich, Barbara, “Davullara Karşı Silahlar:Emperyalizm Esriklikle Savaşıyor”, İstanbul, Versus Kitap, 2009

Kişisel Acı


“Her yürek ancak
belli bir miktardaki acıya göre yoğurulmuştur çünkü.”
(Cioran, Çürümenin Kitabı)

İnsanın makineleştirmeye çalıştığı dünya içerisinde kendi robot devrimine karşı duran en büyük doğal etmen insanın kendisidir. Çeşitler içinde tek tipleşmeye, tek tipleşirken ortak tepkiler vermeye, herkesleşmeye doğru ilerleyen toplum ruh haline uyum sağlayamayan birey ilerlemesi içinde bozulan, kendini tamir eden, bazen de duran makinenin bozuk çarkları olmaya devam etmektedir. Neden bireyin bu makine devriminin engeli olduğunu düşündüm? Etrafımda gördüğüm “ruh sağlığı günden güne bozulan” insanlar, her birimizin ruh hastalıkları olduğunu ve bunları kabul etmemiz gerektiğini bize haykıran “ruh doktorları”…  Neden her birimiz kaygı bozuklukları, insomnialar, panik ataklar ile boğuşan bireyler olmaya başladık? Hep böyleydik de teşhisimiz mi konulamıyordu? Çevremde gördüğüm psikolojik bozukluklardaki ve özellikle ilaç kullanımındaki artış bu konu üzerinde düşünmem için olanak sağladı.
 Acıyı fiziksel ve ruhsal olarak ikiye ayırırsak ruhsal acı bizi diğer türlerden ayıran en temel özellik diyebiliriz. Temel dini inanışlarda, yaratılış hikayelerinde, kutsal kitaplarda insan insanlığına kavuştuğunda tanrı tarafından cennetten kovulmuş ve sonsuz bir utanca, dolayısıyla sonsuz bir ıstıraba mahkum edilmişti. İnsan olmanın temelinde yatan bu ıstırap ancak günlük hayatın meşgaleleriyle unutulabilmekteydi. İnsanın özünde diğer pek çok duygu ve hisle birlikte var olan “acı” sonsuz olduğu, insan var oldukça var olmaya devam edeceği için diğerlerinden farklı bir noktada durmaktadır.
Ancak tekrarlanabilen, sürekliliği olan şeylerin insanda dayanılmaz bir etki yaratacağı düşünülürse acı bunların en görkemlisidir. Yalnızca günlük hayatın meşgalesiyle insanın herhangi bir ruhsal ısdıraptan uzaklaşabileceği, bir an için unutabileceği konusuna değinmiştik. Bunu onaylamak için kuramlardan, filozoflardan yararlanmamıza sanıyorum gerek kalmayacak. “Hayat devam ediyor.” Cümlesini hiç duymamış olanlarımız hariç, onlar acının ve matemin çemberi üzerinde sonsuz yürüyüşe çıkmış olanlarımız.  Bu cümleyi duymuş hatta yaşamış olanlar ise neden bahsettiğimi hissedebilmiş kişiler olacak. İlk aşk acınızı nasıl unuttunuz? Hayatınızdaki ilk ölümü nasıl atlattınız? Ruhunuz ıstırap içindeyken kendinizi öldürmekten nasıl korudunuz? Bir şekilde hayata devam ederek değil mi? Yaşamaya, çalışmaya, farklı duygular hissetmeye ya da hissizleşmek için mücadele vermeye devam ettiğimiz sürece ruhumuzu ya da onun acılarını unuttuk.
İş bölümlü toplumun niteliklerinden biri kişinin gününü işin kendisine adamasını istemesidir. En ideal saatleri 8-5 olan işlerimiz bunun en güzel örneğidir. Haftanın iki günü tatil yapabilmek için –bazılarımız daha az- beş gün çalışan insanlar olarak kişisel sıkıntılarımızdan uzaklaşmakta çok fazla zorluk çektiğimiz söylenemez. Öyle ki, alıştığımız bu yaşam tarzı bize sonsuz sıkıcı Pazar öğleden sonraları sunmaya başladı. Kendimizi oyalayacak bir şey bulamadığımızda sıkıntılarımız gün yüzüne çıkar ve onlarla yüzleşmek zorunda kalırız. İşte bu yüzleşme anları, robotluktan çıkıp insan olmaya başladığımız dakikalardır. Her birimizin farklı acıları ve bunlara verdiği farklı tepkiler ama bütün bunların içinde bir ve bütün kalışımız bizi insan yapandır. Bu tek tiplikten çıkış hali kendi makine devrimimizin sürekli buhranıdır ki pazartesi sendromu da mevcudiyetini tam olarak burada bulacaktır.
Bu yazını Adorno’nun sonsuz melankoli mahkumluğuyla nihayete erdirmek istemiyorum zira ben ondan çok daha optimist olmakla birlikte  -cahillikle gelen bir iyimserlik olmamasını diliyorum- yaşamın temellerinin tamamında melankoliyi görmüyorum. Yalnızca varlığımızın özünde olan ve diğerleri kadar çok sevmediğimiz fakat bizi insan yapan hislerden biri olan “acı”yı bize hatırlatmak isteğindeyim.
Hiçbir şey hissedemeyenlerin arasında acı kıymetli bir olgu olarak varlık bulacaktır. Zira özümüzde zaten bulunanı, hamurumuzun bir parçasını reddetmek kendimizi reddetmek, kendimize yabancılaşmak demek olacaktır. Maalesef günümüzde yaşadığımız da tam olarak budur. Kişiliğimizi geliştirmemiz gerektiğiniz düşünen uzmanlardan dinlediğimiz “acı çekmeyin, kimseden nefret etmeyin, mutluluk içinde yaşamınızı sürdürün” nidaları ve sosyal medyada gözümüze sokulan “mükemmel” hayatlar kendi acınası hayatımızı yüzümüze vuruyor. Onlar gibi, onlar kadar mutlu olmak istiyoruz. Etrafımızdaki insanlar bize sırlarını ifşa ettiklerinde ise doğamızdan gelen bir tepkiyle onların sorunlarını genellikle çözülebilir ve gülünç buluyoruz. Çünkü kendi acımızı başka hiç kimsenin yaşamadığı kadar büyük görmeye tümden meyilliyiz. Belki de Cioran’ın dediği gibi “onların yeteri kadar irade, cesaret ya da zihin açıklıkları olmadığı için acı çektiklerine inanırız.” (Çürümenin Kitabı, s:28)
Kendi sorunlarımıza o kadar yabancılaşıyor ve yüzleşmekten kaçıyoruzuz ki çözülmeyen sıkıntılar, yüzleşilmeyen acılar bilincimizin beklenmeyen yerlerinden dışarıya çıkıyor ve “ruhsal hastalıklarımız”la baş başa kalıp kendimizi uzmanların şifalı uyuşturucular sunan ellerine bırakıyoruz. Oysa bir toz birikintisinin üstünü örtmek onu yalnızca daha çok büyütür. Bu da beraberinde daha çok uyuşmayı ve istenilen insan modeline, tek tipleşmeye ve hissizleşmeye, yakınlaşmayı getirir.
Kendi acılarımıza ve sorunlarımıza uzaklaşmamız, yabancılaşmamız, kendimizle yüz yüze gelemememiz bizi çözümlerden çok daha uzak bir yere bırakıyor. Yaşadığımız toplumu gün geçtikçe bir deliler hastanesine benzetmemiz de belki bu yüzdendir. E. Goffman’ın “toplum, deliler tarafından yönetilen bir akıl hastanesidir.” Sözü belki de tam olarak bu noktada geçerliliğini arttırmaktadır.
Hissedebilen, acılarıyla, nefretleriyle ve tüm diğer duygularıyla yüzleşebilen, kendi içine giden yolun dışarıdan geçtiğini çözebilen insan makine toplumunun bozuk çarkları olmaya devam edecek. İnsan duygularından kaçmak yerine onlarla başa çıkmayı öğrenir ve farklılıklarını kabul edebilirse ancak o zaman kendi doğal ortamını kurabilecek ve kendine giden yolu keşfedecektir. Acıyı unutmak ne kadar iyiyse onu bir miktar yaşamak da o kadar iyidir. Bu demek değil ki her acıyı sonsuza dek yaşayalım. Yalnızca bizi insan yapan her şeyden yeteri kadar tatmayı bilmek gerektiği düşüncesindeyim. Uyuşmaktan ziyade her daim sağlam ve dik durabilmek, üretebilmek adına bizi “kendi”mize getirecek yollardan geçelim. Başka hayatları yeterince anlayamıyorsak durup kendimizi bir görelim, bedenimizin içinde taşıdığımız bu yükün ne olduğunun bilincine varalım. Bu yükün içindeki hoşumuza gitmeyen şeylerin de gerçekliğin bir parçası olduğunu kabul edelim ki karşımıza çıktıklarında şaşıp kalmayalım. Her sabah yüzümüze soğuk su çarpar gibi yaşayalım yaşantımızın her parçasını, kendimizle mutsuzluğa da var olalım. Her insanın taşıyabileceği kadar yükü olmalıdır ki gideceği yere kendinden bir şeyler taşıyabilsin.

Bir Kahraman Olarak İsa



“Karanlıkta yaşayan halk,
Büyük bir ışık gördü
Ölümün gölgelediği diyarda
Yaşayanlara ışık doğdu.”[1]

 Mit kavramı sözcük anlamında, söylem, hikaye, anlatı gibi çevirilere karşılık gelirken Platon ile birlikte bunların öğretici bir yana da sahip olması gerektiği eleştirisi başlar. Yani, hikaye nitelikleri taşıyan bir anlatının aynı zamanda gençlere öğretici bilgiler de sağlaması. Bu anlamda Platon hristiyanlığın  yayılışını görseydi bununla mutlu olurdu diyebilir miyiz? Hristiyanlık öğretileri ile mitleri bu noktada birbirinden ayırabilsek de ortak birçok özellikleri bulunduğunu görebiliriz. Nedir? İki anlatı biçimi de belirli bir toplumun –genelde yaratılış ile başlayan- geçmiş ya da gelecek tarihiyle ilgili fikir verir ve bunu yaparken olağanüstü öğelerden de oldukça fazla yararlanır.

Mitoslar ve dini öyküler hakikatle ilişkisinden çok inanmak meselesi ile ilgilidir. Yani öykünün gerçekliğiyle ilgilenmek değil de o öykünün ya da anlatının senin gerçeğini oluşturması. Çünkü bütün bu metinlerde hayal ve gerçek olanın iç içe geçmesi ve artık üzerinden geçen zaman ile birlikte birbirinden ayırt edilemeyecek duruma gelmesi söz konusudur.

Mitoslar ve dini metinler arasındaki bir diğer bağ da kahraman kavramıdır. Her iki anlatıda da insanlığa örnek olan olağanüstü güçleri bulunan, kimi zaman yarı tanrı ya da tanrı da kabul edilen bir baş kahraman vardır. Bu kahramanlar artık tek tipleşmiş, başlarından neredeyse aynı olaylar geçen kişilerdir çoğunlukla. Mucizevi olaylarla dünyaya gelir, yaşamları boyu türlü zorluklarla karşılaşır fakat bunların üstesinden gelmeyi başararak “kahraman” olmayı başarırlar.

Genelde mitlerdeki kahramanların özelliklerinden doğan bu tipleşiş kişilikler dini anlatılardaki yüce kişiliklerle de tutarlıdır. Rank-Raglan mitotipi tam da kahraman –ların tipleşmiş özelliklerini sıraladığı için bu başlık altında Matta’da anlatıldığı kadarıyla İsa’yı inceleyebiliriz. İsa, bakire Meryem’in Kutsal Ruh’tan dünyaya getirdiği ve doğumuyla mucizeler getiren bir bebektir. Bu yönüyle klasik mit kahramanlarına uyar. Onun doğuşu, annesinin nişanlısının rüyalarına girer, yıldızbilimciler gökyüzünde onun yıldızını görüp tapınmaya gelirler ve daha anlatının başında kahramanın mucizelerine, İsa’ya tanık oluruz. Bununla da bitmez daha bebekken Kral Hirodes’ten kaçırılmak zorunda kalıp Yahya ve Meryem ile Mısır’a gider ve kral ölene kadar burada kalır. Genelde mitik karakterlerin çocuklarından bahsedilmese de İsa’nın en azından çocukluğunun Mısır’da, Meryem ve Yusuf ile geçtiğini biliyoruz.

Daha sonra mucizevi olaylar devam ediyor ve Yusuf İsa’yı rüyasında gördüğü melek sayesinde önce Mısır’a götürmesi gerektiğini düşünüyor ama daha sonra orası hala tehlikeli olduğu için Nasıra’ya götürmesi gerektiğini anlıyor ve oraya götürüyor. İsa’nın Yahya peygamber tarafından vaftiz edilmesinin ardından tanrının ona “Sevgili oğlum budur, O’ndan hoşnudum.” Diye seslenmesiyle birlikte İsa’nın yalnızca olağanüstü bir insan değil tanrının oğlu olduğunu yani tanrı soyundan geldiğini öğreniyoruz.

İsa vaftiz edilerek kutsandıktan sonra çöle gidip 40 gece oruç tutması ve şeytan tarafından sınanması, mitlerdeki kahramanların bir canavar ya d kralı yenmense denk düşen kısım olarak ele alınabilir çünkü İsa bu sınanmadan galip çıkıp halkına müjdeyi vermeye başlayacaktır. Bir bakıma bundan sonrası için “Yahudi kralı” olarak anılmasıyla birlikte, kahramanın hükümranlığı kısmına geçmiş oluyoruz. Bu hükümranlık Romulus’ta olduğu gibi bir krallık değil fakat yine de bir önderlik söz konusu. Bir halka krallık etmek değil de onlara önderlik etmek. Tıpkı Musa da olduğu gibi bir çobanlık söz konudur ve “İsa iyi bir çobandır.”

İsa’nın çobanlığı evrenseldir. Ondan önce yalnızca İsrail’de olanlara sürüden olmak hakkı verilirken İsa tüm dünyayı hristiyanlığa yani sürüsüne çağırmıştır. İsa’dan sonra bu görev çocuklarına değil fakat rahiplere kalmıştır. “Pastör” denen rahipler İsa geri dönene kadar bu sürüyü gütmekle yükümlülerdir ve İsa döndüğünde bunun karşılığını alacaktırlar.
Her kahraman gibi İsa da “hükümranlığı” boyunca zorluklarla karşılaşmış ve mucizeler gerçekleştirerek hepsinin üstesinden gelmiştir. Bu mucizelere örnek olarak bir körün gözlerini açmasını, fırtınayı durdurmasını, cüzamlıları iyileştirmesini gösterebiliriz. Bütün bunlar ile kendini kanıtlamış ve etrafında kendisine inanan bir topluluk oluşturmaya başlamıştır. Öğrencilerine verdiği öğütlerden, derslerde bahsettiği günahlar ve bunların sonuçlarından, gelecekte olacak sıkıntılardan, tanrının müjdelerinden bahsedilen kısımda ise öğretici bir metin oluşmuş ve mitlere yapılan felsefik eleştirilerin bu noktasından muaf hale gelmiştir. İnsanlara öldürmemeyi, tanrıya layık olmayı, yalan söylemeyi v.b öğütler tanrının elçisi sıfatıyla ve Yahudi öğretisince bir ahlak anlayışı oluşmasına, bu ahlak anlayışına göre bir iyi insan tanımlamasının oluşumuna sebep olur. Verdiği öğütlerden biri olarak vergi verme sorunsalı ise dinin insanlar için ekonomi-politik yönden de bir çerçeveye sokmak istemesiyle alakalıdır diyebiliriz.

İsa’nın ahlaki buyrukları yahudiler için bir yasa hükmünde olduğu için bu mesele kahramanlıktaki yasa yapıcılık ile bağdaştırılabilir.

Yahuda’nın İsa’ya ihaneti[2] ile birlikte gelişen süreçte mitotiplerden farklı olarak İsa sürgün edilmemiş, tutuklanmasıyla ölümü arasında neredeyse hiç zaman farkı bırakılmamıştır. O, tutuklandıktan sonra halkı tarafından çarmıha gerilmek istemiştir. Bütün bunları İsa önceden bilip öğrencilerine anlatmış, hatta onların kendisini inkar edişlerinden bile söz etmiştir. Fısıh yemeğinde bütün halkı için feda ettiği bedeni ve kanını temsilen öğrencilerine ekmek ve şarap vermiş, kendisinden sonra da devam edecek dini bir ritüeli başlatmıştır.

İsa tutuklandıktan Golgota tepesinde çarmıha gerildi. Cesedi öğrencilerinden Yusuf tarafından bir mezara gömüldü fakat 3 gün sonra dirileceğini müjdelediği için başında nöbet tutuldu. Anlatıya göre İsa 3. Günde dirilip Celile’ye gitmiş ve görevine devam etmiştir bu sebeple bir mezarı yoktur. Fakat İsa diğer kahramanlardan farklı olarak ölümüyle de önderliğine devam etmiştir çünkü ölümünden sonra tekrar dirileceğini müjdelemiştir. Yani onun ölümü tam bir ölüm değildir o yalnızca bir kefaret ödemiştir insanlığın günahları için. İyi bir çoban olarak o, koyunları için canını vermiştir.
Buraya kadar İsa’nın Rank-Raglan mitotipine uyan özelliklerinden;
1)annesinin soylu bir bakire olması
2)babasının kral değil fakat tanrı olması
3)alışılmadık, mucizevi durumlarda dünyaya gelmesi
4)tanrının oğlu olarak anılması
5)doğumu sonrası aile yakınları tarafından olmasa da kral tarafından canına kast edilmesi
6)uzak bir ülkede büyümesi (fakat öz annesi ile)
7)İsrail’e geri dönmesi
8)”Yahudi kralı” olması, peygamber olması
9)hükümranlığının başlarının olaysız geçmesi (öğrencileriyle yaptığı dersler v.b.)
10)yasalar yapması
11)tebasıyla arasının açılması
12)bir tepe başında öldürülmesi
13)bir mezarının olmaması
14)yerini çocuklarının almaması
bahsettik. Öyleyse en az 14 tane maddenin bu mitotip ile uyuştuğunu, diğerlerinin de az çok çağrışım yaptığı noktalar olduğunu söyleyebiliriz. Böylece İsa ve mit kahramanı, mitoslar ve kitabı mukaddes arasında da bir bağlantı kurmuş oluruz.



[1] Matta, s:7
[2] Bu noktada “ihanet” kelimesini kullanmanın doğruluğunda çekimser kalıyorum. İsa’nın bütün insanlık için ödediği kefarete bir bedel de olabilir belki Yahuda’nın “ihaneti”. Fakat yine de incile sadık kalarak ihanet diyeceğim.

Kent Yoksulluğuna Neden ve Sonuç Olarak; Enformel Sektör




 Özellikle Sanayi Devrimi’nden sonra istikrarlı bir şekilde gelişip kendini yenilemekte olan kapitalist dünya ekonomisi kendisine merkez olarak kentleri belirlemiştir. Köylerden kente göçleri özendiren politikaları ve “sunduğu” iş imkanları ile kent nüfusunu daha önce hiç görülmemiş bir oranda arttırmıştır. Fakat sanayileşmeyle birlikte önümüze çıkan fotoğraf hiç de liberal yöneticilerin bize sunduğu gibi toz pembe değildir aksine “umduğunu bulamayanlar” ile dolan kentler, yoksulluğun tarihinde bugüne kadar tanışmadığımız bir yüzüyle tanıştırır bizi. Gerek göçler sebebiyle artan nüfusun etkisiyle gerek kötüleşen istihdam koşullarının etkisiyle köylerden kente ve kentlerin kenar mahallelerinden merkezlerine doğru ilerleyen bu yoksulluk kapitalist üretim tarzının öngörülmüş beklenen bir sonucudur.  Kentleşmenin sonucunda kırdan kente transfer olan yoksulluk, kalabalık mahallelerde oturan ve “sürü” yaşantısı içerisinde geleceğe yönelik beklentisi gitgide azalan ve yabancılaşan bir topluluk yaratmıştır.

Kapitalist sistemin kent yoksulluna etkisi kendisinden önceki tarihe, ilksel birikime kadar dayanır.  İlksel birikim dediğimiz ilksel mülksüzleştirme olarak da ele alınabilecek bu kavram işçi sınıfının bir sınıf olarak oluşmasında, bu sınıfın yoksullaşmasında ve kapitalizmin her döneminde işçi olarak kalmasına sebep olacak sistemin temellerini oluşturmuştur. Üretim ve geçim araçlarının sermayeye dönüştürülmesi olarak tanımlanabilecek bu süreç, mülksüzleştirme ile başlar. Küçük yerleşim yerlerinde ortak kullanım alanlarının özelleştirilmesi, bu özelleştirmelerin devlet tarafından desteklenmesi, mülksüzleşen halkın iş bulma ümidiyle kente göçmesi olarak kısaca özetlenebilecek süreçten sonra emekçinin emeğinden başka satacak hiçbir şeyi kalmamış ve ücretli emekçiye dönüşmeye başlar. Böylece hem köylerde hem kentte yoksulluk artar ve işçi sınıfı dediğimiz sınıf üretim araçlarından, mülkten yabancılaştırılarak kapitalist sistemin sömürüsüne maruz kalır.
 Kapitalizm ve kentleşme ya da kent yoksulluğu ilişkisi incelenirken en temel etkenlerden biri de “makineleşme”  kavramıdır. Makineleşmeyle beraber işçinin emeğine duyulan ihtiyacın azalması kapitalist işverene, emek ücretini düşürmek ve ucuz, masrafsız ve artı verimli işçi tercih etme seçeneği sunmuştur. Bu da köyden kente fabrika işçisi olmak, kapitalizmin işleyen çarklarından birinin içinde bulunmak isteyen sınıf için büyük bir düş kırıklığı yaratmakla kalmamış ağırlaşan yaşam koşullarını da beraberinde getirmiştir.  Sonuç olarak sanayi üretiminde emek talebi tükenmiş fakat kırdan kente göç durmadan devam etmekte bu da çok büyük bir işsizlik sorununa ve yol açmakta ve yaşam koşullarının iyileştirilmesinin (sağlık hizmetleri, eğitim, sosyalleşme v.b.) önüne çıkan olumsuzluklarla baş edemeyen bireylerin, yaşadıkları toplum tarafından dışlanmaya başlamalarına da sebebiyet vermekteydi. Kapitalizmin kendi iç gelişmelerinden,(makineleşme, teknolojik gelişmeler v.s) iç çelişkilerinden ortaya çıkan krizlerinle birlikte bu krizlerden çıkmak için başvurulan çeşitli yollar  da işçiyi her seferinde daha büyük bir yoksulluğa ve daha kötü yaşam koşullarına sürüklemiştir.

 Örneğin 70’li yıllarda başlayan ve etkisinin hala sürmekte odluğu düşünülen kapitalist kriz, makineleşmeyle birlikte artması beklenen göreli artı değerin gitgide azalması ve işçilerin (çoğunlukla pasif) eylemleriyle, liberal işvereni zor durumda bırakmış ama o kendini dönüştürerek bir şekilde sistemini sürdürmekle kalmamış işçi üzerinden daha çok sermaye birikimi sağlamanın  farklı yollarını da bulmuştur.  Bu çözümlerden biri olan Fransız Regülasyon Okulu temsilcilerinin “esnek üretim” kavramı ele alınarak bu konu daha iyi kavranabilir. Kapitalist sistemin birçok açıdan esnekleşmesiyle daha ilgili, bilgili, becerili işçiler yetişeceği öne süren bu kavram, liberal işverenin birçok açıdan işine gelmiş fakat  işçinin, özellikle kadın işçinin (ev eksenli çalışma)  yaşam koşullarını çok daha zorlaştırmıştır. Çünkü esnek üretim, esnek (fazla mesaili) çalışma saatleri, esnek çalışma mekanları v.b düpedüz toplumun tamamına nüfuz ederek işçi sınıfına yeni bir saldırı, sindirme faaliyeti olarak hayat bulmuştur. Hatta bu süreçle birlikte neoliberlizmin ve post-fordizmin ortaya çıktığı söylenebilir ki bu iki kavram da işçi üzerinde çok büyük bir otorite ve sömürgeleştirme politikası olarak düşünülebilir.

Örnekte de görüldüğü üzere her alanda zorluklarla mücadele etmek zorunda bırakılan işçi sınıfı gitgide daha da yoksullaşmaktaydı bu nedenle kent yoksulluğu öncelikle gecekondu mahallelerinde yoğunlaşmaktaydı. Toplumun geri kalanından sadece statüyle değil bir sınırla da ayrılmış olan gecekondu halkı yoksulluğun olduğu kadar toplumsal dışlanmanın da bir örneğiydi. Buradaki yoksulluk ile ilgili asıl çarpıcı olan gözlem ise çalışmasına rağmen yoksulluktan kurtulamayan kesimin fazlalığıdır. Düşük ücretlerden kaynaklanan yoksulluğun dışında kayıt dışı istihdam (ki bu da çoğu durumda düzensiz iş ve belirsiz istihdam anlamına gelmektedir), düzensiz gelir (işverenin muntazam ödeme yapmamasından ya da sık iş değiştirmekten dolayı) gibi sebeplerle bu kesim yoksulluk sınırında ya da altında yaşamaktadır. Görüldüğü üzere bahsedilen kesim çoğunlukla  “çalışan yoksul”lardan oluşmaktadır. Bu süreç içinde işsizlik oranının arttığının, kapitalist işverenin emek gücüne eskisi kadar ihtiyacı olmadığının, belirtildiğini göz önünde bulundurursak karşımıza resmi kaynaklarda belirtildiğinden çok daha düşük bir işsizlik ücreti çıkıyor demektir. Bunun sebebi kamuda ya da formel sektörün herhangi bir alanında iş bulamayan veya işinden gerektiği kadar kazanç sağlayamayan işçinin enformel sektöre yönelmesidir.

 Enformel sektörün AB yaklaşımındaki karşılığı “yasal nitelikte ancak yetkili makamlara bildirilmemiş, kaydettirilmemiş her türlü ücretli faaliyet”tir. Bu tanım “enformel sektör” kavramının çözümlenmesi için bir başlangıç sayılsa da gerçeklik bundan çok daha karmaşıktır, çeşitli ülkelerde kavram farklı anlamlarda kullanılmaktadır. Türkiye İstatistik Kurumu’nun tanımına göre ise “enformel sektör” kavramıyla “şirketleşmemiş, basit usulle vergilendirilen veya hiç vergi vermeyen ve 1-9 kişi arasında çalışanı olan tarım dışı tüm iktisadi birimler” tanımı anlatılmaya çalışılmaktadır. “Kayıt dışı istihdam” kavramıyla ise “yaptığı işten dolayı hiçbir sosyal güvenlik kuruluşuna kaydı olmayanlar”ı anlatmaktadır.  Enformel ekonominin iki türünü birbirinden ayırmak gerekir;  ilkinde çalışanların ve üretim birimlerinin faaliyetleri yasanın uygulama alanına girmez 8 kurum yasadışı faaliyet gösteriyor), ikicisinde ise kurumlar yasalar çerçevesinde görev alsalar da yasalar kendilerine uygulanmaz.

 Enformel istihdamı formel istihdamdan ayıran unsurlar olarak; kayıtsızlık, saklı üretimin gerçekleşmesi, ölçüm güçlüğü, ücretin el altından ödenmesi, iş süresinin genellikle belirsiz ve korumanın yetersiz olması v.b sıralanabilir. Enformel sektörün formel sektöre tercih edilmesinin en önemli gerekçesi ise formel ekonomide iş bulamamaktır.  Bunun dışında reform ya da kriz gibi süreçlerde enformelleşmenin artığı gözlenmektedir.

 Ekonominin küreselleşmesi pazarlık gücünü azaltarak veya artan rekabete maruz bırakarak niteliği yetersiz çalışanları ve küçük üreticileri olumsuz etkiler. Bu küçük işletmeler temel ekonomiye katılmakta engellerle karşılaşırlar (sermaye, yönetim becerisi, üretim faktörlerine ve piyasaya erişim eşitsizliği v.b.) bu da taşeronluğa yol açar.

 Bütün bu süreci çok yakından inceleyip örneklendirmek istersek Berna Müftüoğlu’nun Gedikpaşa incelemesi üzerinden yola çıkabiliriz. İstanbul’un en eski semtlerinden olan Gedikpaşa eskiden bugüne ayakkabı üretiminde önemli bir noktada durmaktadır. Osmanlı döneminde Rum ve Yahudi ayakkabı ustalarıyla ün kazanan bu bölgenin “kentsel dönüşüm” projeleri kapsamında dönüştürülmeye alınmasıyla bu sürecin arka planını inceleyen Müftüoğlu, enformel sektörün bir bölgeyi nasıl etkilediğini baştan sona göz önüne sunmuştur.

 1980 öncesi ayakkabı üretimi ile ilgili iş yerlerinin bulunduğu bu bölgede 1980 sonrası ekonomin hızla gelişmesi sonucu birçok farklı ticari iş yeri açılmıştır. Bu iş yerlerinin sayısının artmasıyla çevredeki ev ve konaklar rızayla/zorla boşaltılarak iş hanlarına dönüştürülmeye başlanmıştır. Çevre halkının mülksüzleştirilmesiyle başlayan bu kapitalist süreç semti ticari merkeze dönüştürecek olan restaurantlar, toptancılar gibi kurumların da katılmasıyla devam etmiştir. Buraya kadar sadece fabrikalaşma gibi görünen süreç İstanbul Ayakkabıcılar Esnaf ve Sanatkarlar Odası’na kayıtlı 212 üye bulunurken alan çalışmasında 705 iş yeri olduğunun fark edilmesiyle enformelleşmenin bir örneğine dönüşmektedir. Müftüoğlu “ bu Gedikpaşa’nın 80’li yılların temel özelliği olan enformel niteliğe bürünmüş olduğunu gösterir.” diyerek özetler süreci.

 2000’li yılların başında ticari faaliyet gösteren iş yerlerinin rantlarının yükselmesiyle üretim yapan iş yerleri, mekanlarını bu ticari işyerlerine bırakmak zorunda kalırlar. Başta kapitalistin çevredeki halkı mülksüzleştirmesiyle başlayan süreç, kapitalistin kapitalisti mülksüzleştirmesi şeklinde devam eder. Böylece Gedikpaşa’nın derinine inildikçe kapitalist firmaların evrimleşme doğrultuları ve işçileşme süreci de netleşir.

 Üreticiler ve tüccarlar arasındaki ticari bağımlılıktan doğan üretimin eşitsiz ilişkisi beraberinde enformel ilişkileri de getirir. İşçi-iş veren, toptancı-tüccar v.b aralarındaki anlaşmalar, formel yollarla yapılmaz, yüz yüze ve fason çalışanların hakları güvence altına alınmadan yapılır, bölgedeki büyümeyi başarabilmiş iş yerlerinin sermaye birikiminin nedenlerinden biri de budur. Fason ekonominin katı kurallarını kendi lehine çevirebilmiş bu iş yerlerinin bir diğer özelliği de genelinin aile işi olmasından dolayı aile içi ücretsiz ya da düşük ücretli işçi çalıştırmalarından kar ediyor olmalarıdır. “Gedikpaşa fabrikalaşmayı da açığa çıkaran tarihsel kapitalist ilişkilerin mekanı olur.”
 Enformel sektörde emek yönelimli tasarrufu sağlayan her türlü faaliyet işçi üzerindeki sömürgeyi bir kat daha arttırmaktadır. Örneğin Müftüoğlu çalışmasında işçilerin parça başı ücret aldıklarından bahseder. Bu durumda zaten “ölü sezon” diye bahsedilen dönemde kovulma tehlikesiyle karşı karşıya olan işçi iş yapabildiği sezonda olabildiğince çok çalışmak ister, mesai saatlerin uzatılmasını kendisine fayda olarak görür. Oysa iş yerinde herhangi bir sağlık güvencesi v.b. bulunmadığı için zaten sağlıksız olan çalışma koşullarında oluşacak en büyük sorunu bile kendisi çözmek durumunda kalacaktır. Yani burada işçinin bireysel olarak verdiği mücadelenin “işçi” olarak verdiği mücadeleyle çelişiği söylenebilir.

Bu gibi çalışma ortamlarında çocuk işçilerin “çırak” adı altında meşrulaştırılması yaygın görülmektedir. Enformel sektörün en zayıf halkasını oluşturan kadın ve çocuklar razı geldikleri düşük ücretler nedeniyle tercih edilen işçi modeline dönüşürler. Yani “iş öğretmek” adı altında kalifiye olmayan işçi olarak kullanılırlar.

 Bu örnekte de görüldüğü gibi enformel çalışma şartları işçiyi ve hatta ailesini zor şartlar altında yaşamaya itmektedir. Yani bu noktaya kadar yoksulluğun bir sonucu olarak işlenen enformel sektör bu noktadan sonra yoksulluğun nedenine dönüşmektedir. Ayrıca mevcut yoksulluk gelecek kuşaklar için düşük beşeri sermayeye neden olduğu için düşük ücretli istihdamı sürekli kılacak ve dolayısıyla yoksulluk sürekli kılınacak.

Enformel sektörün sebep olduğu yoksulluk sadece düşük ücretle çalışan işçiler açısından yaşamı zorlaştırmaz bunun haricinde çocuklar, kadınlar, engelliler ve toplumun farklı kesimleri için de farklı zorlukları vardır. Örneğin çocuklar aile bütçesine katkı sağlamak için çalışmak zorunda kaldıklarından dolayı eğitim olanaklarından yeterince faydalanamazlar, engelliler sağlık hizmetlerinden yeterince faydalanamazlar. Bunun dışında kadınlar ve farklı sebeplerden  zorunlu göçle gelenler  çok daha düşük ücretle çalışmaya mecbur bırakılırlar.
 Enformel çalışmanın kent yoksulluğuyla ilişkisi bu şekilde özetlenebilir. Kapitalist üretim sürecinin bir parçası olarak yaşanan bu üretim şekli iş verene vergiden muaf olmak, düşük ücretle işçi çalıştırmak v.b. gibi birçok fayda sağlasa da işçi için her alanda zorluk oluşturan bir sektördür. Buna rağmen özellikle kalifiye olmayan işçiler tarafından mecbur kalınarak “tercih edilen” bir sektör olarak var olmaya devam etmektedir.


 Kaynakça:
1)Yoksul Kent Yapısının Geçinme Biçimleri ve İstihdam Yapısı: İstanbul örneği/ Kocaeli üniv. Sosyal bilimler enstitüsü dergisi/ Özlem Durgun-Demet Çak
2)Berna Müftüoğlu- Gedikpaşa: Bir ayakkabı üretim merkezi
3) Kayıtdışı ekonomi: Enformel İstihdam: Prof. Dr. Nusret Ekin
4)Prof. Dr. Zeki Erdut: Enformel İstihdamın ekonomik , sosyal, siyasi etkileri
6) David Harvey- postmodernliğin  durumu
7)Nevra Akdemir- Emek Sürecinde taşeronluk ve Tuzla Tersaneleri örneği
8)Doç. Dr Tijen Erdut- İşgücü Piyasasında Enformelleşme ve kadın gücü

Kimsenin Ağrısı / Yaratıcı Yazarlık Atölyesi



Sevgili Boşluk,
Beni ziyarete gelmeyeli 2 hafta oldu. Yokluğunda gördüklerimi değil düşündüklerimi yazmak için oturdum yatağın kenarına, görecek çok şeyim yok biliyorsun bu dört duvardan başka. Bana anlatacak şeylerin birikmedi mi merak ettim bu süreçte çokça. Bilirsin, sadece bana anlatabileceğin şeyleri kar topu gibi yuvarlayarak kafanda, gelirsin yine sandım. Gelmediğin saniyeleri sayıyorum, matematiğim kuvvetli olduğundan değil burada delirmemek için tek çarem bu olduğundan.
Bazen diğerleri gibi senin de beni buraya terk etiğini düşünüyorum. Üniforması etini sıkıştıran hemşireye, bana hasta muamelesi yapan doktorlara, onlardan biriymişim gibi davranan bu delilere bırakmış olabileceğinden korkuyorum yoldaşını. Ha-ha! Ne gülünç düşünceler. Sen bana inanan tek kişisin, insanlığı kurtarmama yardım edeceksin biliyorum. Çok bilmekten delireceğim geliyor, sırf onları haklı çıkarmamak için delirmiyorum. Başka nasıl yaşanır? Senin gelme ihtimaline de tutunmasam nasıl dururum burada? Çölde şeytanının gelişini bekleyen Çarmıhçı gibi bekliyorum seni 40 gün dolsun ve çilem bitsin diye. O ve ben aynı acılardan geçiyor, aynı insanlık için kurban ediyoruz kendimizi. İnsanlara rağmen insanlar için kendimizi yeniyoruz. Ödediğimiz bedellerle söylediğimiz yalanlar birbirine karışıyor, iki mitik karaktere dönüşüyoruz. Eş anlamlı iki kişi oluyoruz İsa ve ben. O ilk anlatıcıydı ben son değilim yalnızca. İnsanlar hala dinlemiyorlar, dinlesinler diye çürümeye gidiyoruz. Kapı bir kere tıklatıldı, şimdi içerisi kokular ve serumlar dolacak. Katlanılmaz kokular ve ağrıtan uykular. Bu ağrı bana ait değil, başkalarının ağrısını taşımayı ise ben istemezdim, bununla yükümlendim.
Kalemi bıraktığım yerlerime iğneler saplanıyor, bir süre mücadele ediyorum. Sonra en azından diyorum bu çığlıkları duymayacağım, bu beni paramparça bölen, bu beni öldüren, beynime çekiçler indiren çığlıkları…

Uyandığımda yeni alınmış ayakkabının içinde bir türlü rahat edemeyen ayaklar gibi hissederim kendimi. Ruhum bedenime büyük gelir. Mesih olmanın zorlukları, bilirsiniz. Mektup yazmaya devam etmeliyim, zihnim bu kadar berrak ve aydınlıkken yazmalıyım ki diğer kutsal kitaplara benzemesin sözlerim. Mektupları yazdığım; sevgilim, akıl hocam, ortağım, öğrencim, kelime avcım. Fakat kendisi şuan burada, aramızda değil. Önemli işleri var onun, ben buradayken insanlarıma sahip çıkmalı. Sonra kolunda bir sepet elma ile hemşirelere, doktorlara, akvaryum balığı bakışlı güvenliklere yakalanmadan bana olanları anlatmaya gelecek. O bir örgüttür tek başına, benim kurtuluş örgütüm.

Burada olmamın sevgilim, belli başlı sebepleri var ne kadar kızsam da içeride tıkılıp kaldığıma, kabulleniyorum artık. Mucizeler gerçekleştirmem gerek insanları sözlerime inandırabilmek için. –Ama tanrım beni çok yalnız bıraktın-  iyileştiriyorum diğerlerini, kurtarıyorum bu hayattan. Pencereden sarkıtıyor bazıları ayaklarını, diğerleri iğneler batırıyor vücutlarına ve özgür kalıyorlar böylece. Kelimeleri olmayanların, kendini kelimelerle özgür bırakamayanların yöntemleri ne acı. Oysa sen ve ben, sözlerimizle hür kılabilir hatta öldürebiliriz birbirimizi. Yarışarak gideriz seninle hayata ve ölüme. Sana söyleyeceklerim donuyor zihnimde, buz parçası gibi kaskatı kalıveriyorum. Oysa ne şanslıyımdır ki sen anlarsın söylemesem de beni ve hatırlatırsın ben unuttuğumda bile kendimi bana. Gecenin karanlığı sarıya ve maviye boyanıyor yavaş yavaş. Kapı tek “tık” ile çalacak ve serumlar, iğneler, uykular, serum, iğne, uyku, kalem…

Sana ulaşacak bu manifestoya başladığımdan beri 7. Gün doğumundayım. Kafası kesilmiş tavuklar gibi koşturuyorum kendimi oradan oraya, uyuşturmaya çalışıldıkça daha da bileniyorum. Senin direngenliğini buluyorum böyle zamanlarda kendimde ama artık seni daha az buluyorum. Yine de gelmeni ve buradan gitmeyi bekliyorum. Kendime kavuşacağım günleri özlüyorum. Her akşam yemeğinden sonra öğrencilerimi toplayıp etrafıma anlatıyorum “Özgürlüğe muhtacız, kanatlarımıza hasretiz.” Diyorum onlara. İnan vazifemi bir an bile aksatmıyorum. Her gün aynı sorumluk bilinci ve aynı ciddiyetle çıkıyorum yemek masasının üstüne ve diğerlerine sesleniyorum. Bazen duvarların ötesine de ulaştığı oluyor sesimin, ne gurur! Fakat buradaki vazifemi artık tamamladığımı hissediyorum. İnsanları yalnız kelimelerle doyuramam, kendimi onlar için özgür kılmam gerek. Gelmen gerek. Parçalanışıma ve evrenin içine bir su gibi akışıma tanıklık et diye bekliyorum sabırsızlık ve özlem ile.

Mektubu katlayıp yatak ile bazanın arasına koydum, bir süre daha görmek istemiyorum. Kelimeler başımın etrafında dönüp duruyor onları bağırıyorum. Vazifemi eskisi kadar iyi yapamıyorum içimden gelmediğinden. Yalnızca “sıra bende kardeşlerim” diyorum onlar için bu yolda olduğumu bilsinler diye. Ben böyle dedikçe ne gariptir, hemşireler fır dönüyorlar etrafımda. İsa görse “siz gelmeyin ulan İsrail’e” derdi bunlara. İnsanın ne nefes almasına ne de artık durmak istemesine izin veriyorlar, görüyorsun. Dünyaya benim gibi kurtarıcı olarak gelmeyenler için ne kolay yaşamak. Nefes al diyorlar alıyorsun, çiçek topla mutlu olursun diyorlar oluyorsun, şu ağzı öp diyorlar aşık oluyorsun. Kolay hayatların hepsi ziyan oluyor, neden?

Kapının dışından kokusunu alıyorum. Elmaların ve onun dişlerinin kokusunu. Artık zamanı geldi diye seviniyor ve çıkarıyorum üstümdeki beyaz elbiseyi tek seferde. Artık tanrım; havaya, suya ve sana karışmanın zamanı geldi. Bir kez bile tıklatılmadan açılan kapının hemen önünde, onu ve ellerini karşılıyorum. İçimde büyüyen sarmaşık hemen orada ağzımdan çıkıp örtecek biliyorum bütün sefillerin üzerini. İnsanlar toplaşıp bakacaklar bu mucizeye. Kahraman karıncalar yürüyor aklımda kendimle son kez gurur duyuyorum. Hemşireler, doktorlar, gülenler, bağıranlar, odaya doluşup yerde yatan çıplak kadına bakıyorlar. Bir mucizeye bakar gibi değil. Hemşireler, doktorlar, gülenler, bağıranlar çok kullanılmış bir bedenin raydan çıkışına rast geliyorlar.
Hemşireler, doktorlar, gülenler, bağıranlar kendi ölümlerini
Yalnızca kendi ölümlerini
Düşünerek
Elmaların çürüyüşüne ağlıyorlar.